Eğer AYM 1991 eylemli içtüzük içtihadını sürdürüyor olsaydı, Atalay’ın seçilmeye engel bir suçtan dolayı hüküm giydiğine ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararının TBMM Genel Kurulu’nun bilgiye sunulmasından sonra AYM’ye başvurmak mümkün olurdu. Başvuruda, kesinlik kazanmamış mahkeme kararının Genel Kurul’un bilgisine sunulduğu ve bu yönüyle eylemli olarak içtüzük değişikliği yapıldığı ileri sürülebilirdi.Geçen yazıda AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği ve 1 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararını değerlendirmiş ve “eylemli içtüzük içtihadı” sürdürülseydi daha etkili bir karar verebileceğini ileri sürmüştüm.O halde nedir “eylemli içtüzük içtihadı”?“Eylemli içtüzük kuralı”İçtüzük, TBMM’nin çalışmasına ilişkin esas ve usulleri belirleyen bir metindir.Tunaya “sessiz anayasa” biçiminde adlandırdığı içtüzüklerin önemini şöyle anlatmaktadır:“Her ne kadar, içtüzükler, basit disiplin ve çalışma kurallarını kapsar görünürlerse de, bir ülkenin siyasal rejimi üzerinde olağanüstü ağır sonuçlar doğurabilirler. Anayasa ne denli demokratik olursa olsun, parlâmento hayatı antidemokratik biçimde çalıştırılırsa, rejim yozlaşır. 1950-1960 döneminde, kendi oluşlarımız içinde bu durumu açıkça görmüşüzdür (…) İçtüzükte yapılan düzenlemelerle muhalefetin susturulmasına kadar gidilebilir. Meclisler içinde, fikir ve söz hürriyetleri kısılabilir. Partiler içinde eşitsizlik yaratılabilir. Güncel konuların konuşulması yasaklanabilir. Meclislerin, hükümetleri denetleme yetkilerini sınırlayarak, siyasal rejimi tanınmayacak hale getirilebilir… Bu durumu, meclise ya da meclislere egemen parti çoğunluğu “milli irade” adına yaratabilir. O zaman içtüzük, bir parti grubunun baskı aracı olur. Hukuki biçimi ne kadar demokratik bir görüntüye sahip olursa olsun, meclis içinde fiili bir tek parti rejimi kurulur. Bu durum parlamento dışına taşarak, siyasi hayatı etkiler …”1961 Anayasası döneminde, Anayasa’da herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen, AYM, İçtüzük kurallarının bu önemini dikkate alarak bütün iptal davalarında önce bir “şekil” ya da “biçim” denetimi yaptı; biçim kuralları yönünden anayasaya aykırılık saptadığı takdirde esasa geçmeye gerek kalmaksızın iptal kararı verdi.“Usul esastan önce gelir” genel kuralı gereğince, usulüne uygun biçimde görüşülmeyen bir metnin, özü ne kadar doğru olursa olsun kanunlaşma şansı yoktu.1971 Anayasa değişiklikleri sırasında Anayasa’da ilk defa şekil-esas ayrımına gidildi; ama bu ayrım sadece Anayasa değişiklikleri söz konusu olduğunda geçerliydi; kanunlar bakımından AYM’nin bu teamülü 1980 darbesine kadar sürdü.1982 Anayasası hem anayasa değişiklikleri, hem de kanunlar bakımından esas-şekil ayrımı yaptı ve kanunlar bakımından şekil denetiminin son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığının denetimiyle sınırlı olduğunu belirtti.Yani bundan sonra TBMM hangi usulle ilgili hangi yanlışlıkları yaparsa yapsın buna bakılmayacak ve sadece son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılmadığına bakacaktı.Örneğin üzerinde değişiklik önergesi işlemi yapılmaması bir kanunun iptalinin nedeni olmayacaktı ama oylamada bulunması gereken sayının altına düşülürse bu bir iptal nedeni olacaktı.
Danışma Meclisi gerekçesi özetle şunu söylüyor: En büyük organ Genel Kurul olduğuna göre, hangi usullere bağlı kalınacağını belirleyecek organ da odur. Eğer Genel Kurul’un kendisi sorun görmemişse, başkasının bunu sorun olarak görmesinin bir önemi yoktur.Bu anlayış aslında son derece tehlikeliydi ve Tunaya’nın işaret ettiği “(…) İç tüzükte yapılan düzenlemelerle muhalefetin susturulmasına kadar gidilebilir. Meclisler içinde, fikir ve söz hürriyetleri kısılabilir. Partiler içinde eşitsizlik yaratılabilir.” biçimindeki tehlikeye karşı muhalefeti korumasız bırakıyordu.
TUNAYA’NIN ‘MUHALEFETİN SUSTURULMASI’ UYARISI
Anayasa koyucu bir tereddüt kalmaması için çok ilginç bir gerekçe de yazmıştı:“Son oylama genel kurul tarafından yapılır. Daha önce vücut bulan şekil bozukluklarını genel kurulun bildiği veya bilmesi gerektiği varsayılır. Çünkü onun kararı, yapılan bir incelemeye, tartışmaya ve açıklamaya dayanır. Genel Kurulun oylama yapıp kanunu kabul etmesi, şekil bozukluğunu, o kanunu kabul etmemek için yeterli neden saymadığı yolunda bir irade tecellisidir. En büyük organ Genel Kuruldur. Onun iradesi hilafına bir sonuç çıkarmak hukukun ana esaslarına aykırı düşer. Bu nedenle son oylamadan önceki şekil bozuklukları, iptal sebebi sayılmamıştır.”Danışma Meclisi gerekçesi özetle şunu söylüyor: En büyük organ Genel Kurul olduğuna göre, hangi usullere bağlı kalınacağını belirleyecek organ da odur. Eğer Genel Kurul’un kendisi sorun görmemişse, başkasının bunu sorun olarak görmesinin bir önemi yoktur.Bu anlayış aslında son derece tehlikeliydi ve Tunaya’nın işaret ettiği “(…) İçtüzükte yapılan düzenlemelerle muhalefetin susturulmasına kadar gidilebilir. Meclisler içinde, fikir ve söz hürriyetleri kısılabilir. Partiler içinde eşitsizlik yaratılabilir.” biçimindeki tehlikeye karşı muhalefeti korumasız bırakıyordu.Bir siyasal çoğunluk, demokratik müzakereye yer vermeksizin istediği usulle kanun kabul edebilirdi ve bu yüzden bu tür bir anlayışı bir hukuk devletinde kabul etmenin olanağı yoktu.Ama yapacak bir şey yoktu; kural % 92 çoğunlukla kabul edilmiş bir anayasa hükmüydü. (Bu arada belirtmek gerekir ki 1982 Anayasası eleştirilecekse, eleştirilmesi gereken hükümlerinden biri buydu)AYM 1992 yılına kadar bu kuralın sözlerine bağlı kaldı, ama 1991 yılında son derece makul bir gerekçeyle yeniden 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi şekil denetimi yapmanın yolunu buldu: “Eylemli içtüzük kuralı”.Mahkeme 1991 yılı sonunda E. 1991/27 no’lu kararında şunları söylüyordu:“... tasarının kırksekiz saatlik süre beklenmeden görüşülebilmesi için önerinin mutlaka Hükümetçe ya da esas komisyonca yapılması gerekmektedir. Bunun dışındaki bir organca öneride bulunabilmesi, İçtüzük değişikliğini gerektirir. Çünkü, içtüzüğün herhangi bir maddesinde buna olur veren bir düzenleme bulunmamaktadır.İçtüzüğün yasa tasarılarının görüşülmesine ilişkin öngördüğü yöntemden farklı bir biçimde oluşturulan dava konusu TBMM kararı, doğrudan Meclis’in çalışma yöntem ve esası ile ilgili bulunmakta ve 53. maddeyi değiştirir nitelik taşımaktadır. Böyle bir uygulamanın, içtüzük değişikliği olarak görülmemesi TBMM’nin çalışmalarında iç tüzükteki kurallara uyma zorunluluğunu giderek zayıflatacak ve bu da eylemli uygulamaların yerleşik duruma geçmesine neden olacaktır./Bu karar alınırken içtüzüğün değiştirilmesine ilişkin, yine 157. maddedeki yönteme uyulmamışsa da bir kararın çözümlediği konunun ve gördüğü işin açık ve kesin anlamı, o karara içtüzük kuralı niteliği kazandırmaya yeterli olmakta; kararın alınmasında içtüzüğün değiştirilmesine ilişkin yönteme uyulmaması kararın niceliğini değiştirmemektedir./Öte yandan, bu tür kararların belirli bir olaya ilişkin olarak alındığı, sürekli biçimde içtüzüğe bir kural getirmediği, bu nedenle içtüzük düzenlemesi niteliğinde görülmeyeceği savunması ileri sürülemez.”Mahkeme aslında çok basit bir mantık örgüsü kurarak bir şekil denetimi yapmanın yolunu açmaktadır.Uç bir örnekle açıklayalım:Diyelim ki yeni seçilen bir siyasal iktidar kanun tekliflerinin komisyonlarda görüşülmesini zaman kaybı olarak görmekte ve komisyon sürecini tümüyle kaldırmak istemektedir.Bunun iki yolu vardır:- Usulüne uygun bir içtüzük değişikliği yapmak
- Fiili bir içtüzük değişikliği yapmak
AYM’nin bugünkü kararı bir taraftan övgü konusuyken, Mahkemenin 1991 İçtihadını değiştirmiş ve TBMM’de yapılan İç tüzüğe aykırı uygulamaları denetimsiz bırakmış olması yergi konusudur. Bu da bize hukuk devletinin gerileyişine sessiz kalmanın maliyetinin çok ağır olduğunu ve belirli bir noktadan sonra gerileyişin önüne geçmenin olanaksızlaşabileceğini bir kez daha göstermektedir.
Yorum Yazın